24 Mayıs 2013 Cuma

7.Gün: "Bagel"

Selam!

Bugün blog'un ("bloğun"...artık "ğ" harfi kullanılır mı kullanılmaz mı bilemedim...) birinci haftası doluyor, ve bununla birlikte resmi olarak başladığım diyetin ilk haftası bitiyor.

Vücudumda belirgin bir değişiklik olduğunu şu an için söyleyemiyorum pek, ama mide kaslarının ilk günlerde ağrıyıp sonraki günlerde ağrımadan sadece kasılması, ve son 1-2 gündür de gayet rahat bir biçimde günün sonunu getirebilmem en azından vücudün spora ilk haftadan da olsa alıştığının göstergesi bir şekilde tahmimince...Eee, patates iken yerden birşey kaldırmak bile bünyeye o anları zul gibi hissettirirken, şimdi tavşan gibi her tarafa atlayıp zıplayabiliyoruz :))

Sırt ağrım biraz olsun geçti, ama yarın ilk iş tüm ofis işlerini hallettikten sonra yatak seçimi yapabilmek için şehire inmek olacak sanırsam. Yatağın bugün sabah kalktıktan sonra içeriye doğru göçmüş olması, iki sene sonra ev içinde genel bir değişikliğe gidilmesinin zamanını geldiğini gösteriyor, ki aslında geç bile kaldım! :) Yarın tüm gün kalınlar giyip (hatta yapılabilirse kazak vs gibi kalın şeylerle terlemek sureti ile -isilik olmayacağım söz veriyorum!- ) ev temizliği yapmak ve sonrasında güzel bir para bayılarak bisiklet tekerleklerini değiştirmek gerekiyor. Günün arda kalan zamanında ise bir şekilde salona gidip çalışmayı aksatmadan bi 1.5-2 saat daha takılmam gerekecek gibi...

Gün çok yorucu ve uykulu geçti. Bilgisayar başında kelimenin tam anlamı ile "hiçbir şey yapmadan" dünya saat oturmak, her boş anda kalkamamak, etrafta dolanamamak çok zor. Göbekle yakın temasla da oluyorsunuz :)) "Emre sen de hiç yerinde durmuyorsun?!" ayarını yediğimden beri ben, göbeğim ve simitlerim ile birlikte bilgisayara direk 30 cm'lik uzaklıkta günü tamamlıyoruz. O sırt, göz ve baş ağrısı çekilecek cinsten değil. Dolayısı ile o yemek araları aslında çölde vaha bulunmuş gibi geliyor benim bünyeye açıkçası :)

O aralardan biriydi bugün de, ve fakat ne yazık ki ofisten çıkamadım, gene 5 dakikalık bir alışveriş arası ile Salamibrötchen ile öğle arasını geçiştirmekle yetindim. Patronun bana yediğim için sabahtan aldığı minik elma, günün en şekerli anı oldu :))





Siz neler düşünürsünüz bilemiyorum, ama çayın içine konulan sütün değişik ve kendine bağlayıcı bir sihri olduğunu çok ciddi bir şekilde düşünmeye başladım :) İşin komik tarafı, şeker koymadığım çayın içerisine koyduğum yarım yağlı (1,5%) sütün etkisinin sanki çayı içine şeker koyulmuş bir hale çevirmesi...

Bu kadar güzel ve özel bir tadı neden önceden keşfedemedim, bu da benim hatam :) Ofis arkadaşımın "Hindistan'da herkes bu şekilde içiyor!" demesi çay üstündeki dar bilgimi az da olsun genişletti sayesinde :) Neyse, deneyin bence, çok fena bir tadı var ;) Şiddetle tavsiye!

Sinir ve ter dolu bir günden sonra kendimi şımartmanın vakti gelmişti! Yağlı birşeyler yiyip haftanın en ağır yemeğine kendimi gömmek kafamdaydı. Ama yolda giderken bütün düşüncelerim altüst oldu ve kendimi eve doğru sırf spor olsun diye 4-5 durak öncesinde inerken ve yürürken yol üzerinde Starbucks'a girerken buldum :)

Orangensaft - Salamikaesebagel - Frischkaesebagel

Almanya'daki Starbucks'ların belki de en sevmediğim yani Istanbul'daki gibi sıkma portakal satışı yapmamaları. Vay arkadaş! Ne kadar hijyene ve temizliğe özen gösteren insanlar! PEhhh!!! (sinirlendim...) Kendime bir portakal suyu, bir Frischkasebagel (sürme peynirli bagel) ve Salamibagel (salamlı bagel) alarak hamır humur yedim. Allahım amma açtım ya...! Bagelleri kısa sürede bitirince yemeğin midemde yarattığı başlangıçtaki o ağırlık etkisi, daha sonra gene kendime küfür etmemle sonuçlandı. Hayatta alışamayacağım şeylernde biri de gerçektne çok aç olduğunda bir yemeği yavaş ve daha rahat sindirerek yiyeyemek...Buna da alışacağız ama ne yapalım ;) Tadı fena değil ama...Türkiye'den bir farklı yanı da bu bagellar. İstanbul'daki çoğu Starbucks'ta bu bagelları göremiyorum, olsa da dağıtsak tüm Starbucks'ları ;)

Bagellar tabii mideyi şişirdiğinden dolayı bir şekilde ikisini de yakmak gerekti ve bu da, yaklaşık 20 dakikalık bir dönüş yürüyüşünün beni bekliyor olması demekti :) Uzun zamandır kendime uygun bir kafe arıyordum, ki oraya devamlı gidebilmek, akşamları birer çay içip, kitap okumak/çizgiroman okuyabilmek ve devamlı olarak giderek oradaki çalışanlarla tanışıklık yaratmak...ya işte maksat Almanca konuşmak olsun, başka işimiz yok da hani :)

Bir yer var devamlı gittiğim mesela, "Cafe Litfass"...ileriki yazılarda daha sonra bahsederim, orada da misal sigara içilmesi serbest olduğundan maşallah herkesle birlikte o güzel nikotin misssler gibi ooohhhh! akciğere işliyor, sonra üstünde güzel bir koku ile eve dönüyoruz, (tabii...o kokunun yanında Cacharel sürmek, Dior sürmek, Kenzo sürmek falan yalan olur yani!) sonuçta bundan bir şekilde kurtulmak gerek :) Minik bir kafe bulup içeriye konuçlandım ("konuçlanmak" / "konuşlanmak"...bunu da bilemedim henüz). Koca bir çayın sadece 1 yuro olması "vay arkadaş fenaymış be!" dedirtti ve oturtarak yeni Abdülcanbaz macerasına başlattı :) Öykü fena değil, ama bir Allahabad Elması değil...6 sayfadır karakterleri kavga ettiriyor Turhan Selçuk ve hala Abdülcanbaz'a giriş yapamadık...

Abdülcanbaz'ı bitiremeden mekandan kalktım ve yürüyerek eve geldim. Bisiklet olmayınca sevdiğim şeylerin başında geliyor yürümek. Paten / kaykay alternatifleri de var tabii, ama bir yararı olmayacaklarını düşündüğümden benden çoooo...kkk uzakta yatağın altında, bazanın en dibinde güzel ve rahat günlerimi bekliyorlar :)

Bremen'in en güzel yanlarından biri de havanın saat 22:00 sularında kararıyor olması...

Cuma da bitti. Pazar gelse de kendimi iyiden iyiye şımartsam ya...özledim kendimi dağıtarak yemeyi...

Geceye süzülmek için en hoş alternatiflerden biri Jazz. Güzel bir örneği için Miles Davis Quintet'e başvurabilirsiniz :)

Miles Davis: trompet
 John Coltrane: tenor saksofon
Red Garland: piano
Paul Chambers: kontrbas
Philly Joe Jones: davul



Emre
Bremen | Almanya
24.05.2013 - 23:40
(...bu gece erken mi yatsam acaba?)

6.Gün: "Yağmur"

Selam!

"Oğlum, sabahları Corn Flakes (mısır gevreği) yiyerek zayıflayabilirsin!" diyen annemin sözünü bu sabah dinlemek istedim açıkçası.. Ya kadın bazı şeylerin farkında aslında :) Gerçi o değişik ve daha bir "farklı" yöntem kullanarak Corn Flakes'i yoğurt ile (evet. yoğurt...) karıştırıyor (tadı pek de fena değil açıkçası...) Corn Flakes yiyerek maksadın mısırı yiyip değil, yaklaşk yarım kutu sütün kaşıklanarak bitirilmesi ile midenin şişirilmesi, ve bunun öğle/öğle sonrası saatlerine kadar sizi idare etmesi olduğunu söyleyebiliriz, ama sırtımın ağrısı iyiden iyiye kendisini göstermeye başladığı başka bir sabahla daha beraber olduğumuz için yatağımın bozukluğu beni kendisinden çok zor ayrılmama ve geç kalkmama sebebiyet vererek giyinme zamanımı bu sefer 3.5 dakikaya indirdi ve koşar adımlarla evden çıktım. Normalden bir saat, hadi zorlasam yarım saat önce kalkabilsem, dünyanın en efsane insanlarından biri olacağım, ama niyeyse yatağın tatlı sıcaklığı beni kasıp kavuruyor, o kalıncana yorganın altından kalkıp yaklaşık 9 saat masa başında oturmak hiç işime gelmiyor, ama işime gitmem gerekiyor ne yazık ki. ('kalıncana' ne demek lan?)

Sabahın körü ya!...Yağmur....ama nasıl! Hava da bildiğiniz 9-10 derece...Hani yağmur boşanırcasına derler ya ("boşanırcasına" mı yoksa "boşalırcasına" mı denir, şu anda kestiremedim gerçi..) şemsiye falan hak getire. En kuytu ve rüzgar almayacak yere sinip trenin gelip kapılarını açmasını dört gözle bekliyorum. Günün en kötü anı da o sindiğim yerden trene atlarkenki birkaç saniye oluyor, ki günün o tüm yağmurunu ensemden paçalarıma kadar yiyorum keza! Istanbul'daki havayı (weather.com'a göre bugün bol güneşli az bulutlu 23 derece) ve insanların t-shirt giyerek etrafta cıbıl cıbıl dolaşmalarını kıskançlıkla takip ediyorum. evet. yekten kıskandım şu an itibarı ile sizleri! :))

Her sabah olduğu gibi yine yeni ve yeniden fırının kapısını hızlıca açarak içeri girdim ve benim için daha uzakta gördükten sonra hazırladıkları pakedi alarak hızlıca ofise girdim. Almanya'da unun fiyatının artmasına rağmen, verdikleri ekmeklerin/sandviçlerin fiyatlarında bir değişikliğe gitmemeleri tabii çok sevindirici bir durum :)

karşınızda Laugenbrötchen :) 

Bu aralar ofiste işler biraz yoğun, bol stresli ve can sıkıcı gidiyor. Stresin insan vücudunda yarattığı etki, vücudun salgılandığı enzimler, ve nefes alış/verişlerin heyecan ve stresle birlikte hızlanması bir şekilde mide kaslarına da etki ediyor, ve "karnımız acıktı" mantığını kafamıza kazıyoruz. Aslında sabah sağlam yapılan bir kahvaltı pek tabii ki öğle yemeğini geçiştirmek için aslında ideal bir yöntem ("pek tabii ki") İş arkadaşım "tamam artık bu kadar çalıştığın yeter Emre, huoaaaapp!! duymuyor musun benu huuu?! heh tamam, kalk git birşeyler ye!" lafını duymamla kapıyı çarpmam bir oldu :)

Demişim ya, o fırında ekmeğin yanında başka her türlü şey var diye...Bugünün menüsünde de (bi de bu kelimeyi "mönü" olarak kullanırlar ya, ona da çok hastayım bak! Hoş, "Mönü" kelimesi kulağa fena Fransızca geliyor...) etli Chili Con Carne çorbası ile patatesli/bezelyeli sebze çorbası, şinitzel (domuz etinden), bolonez makarna, sabit bir menü olan 2 Bockwurstchen mit Krosses (bir küçük ekmek ile 2 sosisli), Pizzazunge (minik pide/pizza), Kuşkonmaz, ve daha ismini tam olarak hatırlayamadığım bir iki yemek çeşişdi daha....ve bunların yanında minik sandviçler, salatalar...Yapabiliirsem o minik fırın/cafe'nin de fotoğraflarını bir ara koyarım, ama bu yeri gerçekten görmeniz gerek ya...Bak özellikle restoranlarda çeşidin fazla olmasını hiçbir zaman hoş karşılayamadım, evet, aslında çok iyi ve çok olumlu bir şey, ama bu sevmediğim yanı, insanı hemen seçim yapmakta zorlandıracak kadar çok fazla çeşidin olması ve garsonların "evet, karar verdik mi?" şekilde yanlarınızda bitmeleri ile strese girmeniz..Bu sadece Istanbul'da değil, belki de Avrupa'nın her şehrinde var tabii ki.

2.5 dakikalık bir karar verme aşamasından sonra üzerinde minik çam fıstığı (Ferhan Şensoy'un deyimi ile "cam fıstığı") tanecikleri olan bir Camembert sandvici ile Cranberry (kızılcık) çayı :) Fiyat 2.5 yuro.

Camembert peyniri ile ilgili olarak 2007 sonu-2008 başı zamanında Danimarka Aarhus Üniversitesi'ndeki Erasmus zamanlarımda bir Fransız arkadaşım, bu peynirin tadının aslında gerçekten kötü olduğunu, ama ülkesinde bulunduğu şehirde (La Rochelle) herkesin deliler gibi yediğini, bu özelliğinin değişik bir yapım felsefesinden kaynaklandığını söylemişti. "Camembert peynirinin bir ekmek üzerine sürüp ekmeği fırına verirsen, ya da peyniri pakedinden çıkarıp bir tabak yardımı ile fırına koyup eritip sonra çıtır ekmeğin üstüne sürersen tadını daha lezzetli şekilde çıkartabilirsin" dediğinde onu pek fazla sallamamıştım, çünkü "ayak kokan bir peynirin" tadının ne kadar güzel olabileceği sorunsalı kafamdaydı hep. Ama sonunda bana "Şunu unutma" demişti, "en güzel peynir, ayak gibi kokan peynirdir" :) 

Uzun zamandır tatmak istediğim bir çay olan Kızılcık Çayı da aslında kendisini hemen sevdirdi :) Şekersiz olması kızlcığın tadını daha rahat bir şekilde alabilmenizi sağlıyor tabii ki :)





Akşam işimi saat 18:45 gibi bitirdim, on kala ofisten çıkıp saat tam 19:15'te gri t-shirt/şort/siyah ayakkabılarım ile haftanın 2.spor gününe hazırdım :) (ahahaha! bu ne ya, yuh sanki "yemekteyiz" programında gerekli olan malzemeleri alan kişilerin sonra söyledikleri, "herşeyi aldım, artık hazırım" tarzı konuştum resmen...rezillik)

15 dakikalık bir bisiklet sürüşü sonrası yarım saat boyunca mekik çektim :) Hayatımda hiç yarım saat boyunca mekik çekmedim ben ya? : ) Ya ama sebebini bilemediğim bir durumdan dolayı oradan ayrılmak istemedim! İtiraf edeyim yattığım mavi şişkin mat çok tatlı geldi, kalkmak istemedim! :) 
"E madem kalkmıyorum, zaman da benim zamanım, 8'e kadar devam edeyim bari" şeklinde 20-25 dakika daha mekik çekerek hemen "yanları" kasmaya geçtim. Yanları çalıştırmanın, o şişkin olan yanları (ya da biz şuna "simit" diyelim en iyisi..) simitleri ne kadar acıttığını çok uzun zamandır hissetmiyordum. Neyse, acı iyidir, vücudu şekile sokuyoruz sonuçta :) 
(Şu anda niyeyse "adddrriiiaaannn!!!" diye bağırasım geldi "acı" kelimesini falan kafamdan geçirince...)


 Mekik sonrası, yanları da çalıştıktan sonra, değişik bir alete gelmişti sıra. Hep yapmak istediğim, fakat spor salonundaki öğretmenin beni "henüz aletlere hazır olmadığımı" anladığı günden beri çalışanlara gıpta ile baktığım, hareket ederken sanki "kano" kullanırmışçasına kolları ve göğüs kafesini çalıştıran değişik bir alet :)  6x15 kere de (6 parti, ve her parti 15 kere) bu alete kasarak final aletim olan ay yürüyüşüne geçtim, 15 dakikada onu da hallederek duşumu alıp çıktım :) Daha çok terlemek, bunu için de forma ile çalışmak gerekiyor... 

Salondan çıktıktan sonra yağmurdan dolayı gene içime, paçama, donuma kadar ıslanmama rağmen kendimi bir şekilde soğuğu yiyeyerek trene attım, marketten bir kutu yoğurt ve bir paket roka aldım :) Hafta içi içki içmememe rağmen roka ve yoğurdun rakıyı andırması tabii doğaldır ama yoğurdun mideyi şişirmesi, rokanın da sebze olarak yoğurdu tamamlaması, kırmızı biberin de finalde yemeği güzelleştirmesi bu akşamı hoş bir şekilde tamamlamama yardımcı oldu diyebilirim :) 


Değişik bir sırt ve baş ağrım olduğu için bu akşamı kısa geçeceğim.

İnanılmaz, ama gerçek, yarın Cuma! :)

Pazar günü nasıl şımartacağım kendimi, onu tahmin bile edemiyorum.

Emre
Bremen | Almanya
24.05.2013 - 00:32
(umarım annem Istanbul'a gelişimde yemek konusunda abartmaz, şahsen en korktuğum konu bu :) 

5.Gün: "Kuşkonmaz"

Selam!

Hava bugün ne rüzgarlıydı be!...yani hani insanın kanı dondu denir ya, bak hadi onu geçtim. G..tümün donmasını da geçtim, damarlarımda bir ara ağrı hissettiğimi hatırlıyorum!! Noooluyoruz ya?! Bremen'in Mayıs'ın sonunda bile olsak bu soğuk havalarına iki senedir hala alışamadım (o değil de, ne ara 2 sene oldu ya....?) 

Ofise gelmeden birkaç bir yere daha uğramam gerekiyordu, yolumun üstünde meydanda Starbucks vardı, hayatımda hiç yapmadığım birşey yapıp ofise gitmeden kahve dükkanından kahvemi alıp gitmek ve Tom Hanks/Meg Ryan filmi - You've Got Mail'deki o sahneyi canlandırmak istedim. "Non-Fat - Decaf - Cappucino!" Ama havanın azizliği (bu lafın da acayip hastasıyım!) 'Emrecim sen gel otur şöyle kenara, adam gibi kahveni iç, sonra ilerle, hadi canım benim' dedirtti :)

Non-Fat (yağsız) ve Decaf (kafeinsiz) aslında bilinçaltında ne kadar zayıf bir kahve çeşidi gibi dursa da, başlangıçta tadı bir anlam ifade etmese de, yılların bünyemde yarattığı kahve tutkunluğu beni bu tadı da sevmeye yönlendirdi resmen :) Nescafe'nin mavi kapaklı kafeinsiz kahvesi gerçekten birşey ifade etmiyor, bunda belki hemfikir olabiliriz evet, ama işin içerisine non-fat süt girince decaf kahvenin tadını başka güzel şekilde değiştiriyor, kahve içerken sadece salt bir kahve değil, gerçekten kaliteli bir kahve içtiğinizi hissedebiliyorsunuz. Birkaç seneye kadar her gün yaklaşık 13 tane espresso içip kafayı bulurken içtiğim şeyin kahvenin dışında "kötü herşey" olduğunu düşünen bir bünyenin bu tarz hissedebilmesi değişik tabii. onun yorumu hakkında tartışırız bir ara ;)

herşeye rağmen sabahları Bremen pek de fena değil hani ;)

Sabah kareli gömlek (!) kazak (!) ve normal bir mont giyerek, bere takarak evden çıkmama rağmen (evet. bugün 22 mayıs. Istanbul'da insanlar t-shirtle dolaşırken burada bere takılıyor hala...) ofise giderken çok zorlandım, ve fırının sıcak olmasını bekleyerek geçen 15 dakikalık tren yolculuğundan sonra o uzun, kasvetli ve Arnavut kaldırımlı yoldan hızlıca yürüyerek kendimi attım sıcacık fırına! :)  Bu her sabah gittiğim yere fırın demek istemiyorum aslında, ama Almanca "Baeckerei" kelimenin tam anlamı ile ekmek fırını gibi birşey oluyor. Kulağa çok ters gelse de böyle :) Hoş, fırın olmasına rağmen ekmekten başka herşey, tatlı, tuzlu, etli/tavuklu yemekler, 9-10 çeşitli malzemeden hazırlayabildikleri salata, her türlü minik ekmeği düzenleme stilleri (Eierbrötchen = Yumurtalı Sandviç, ki yumurta hiç sevmem, Kaesebrötchen=Peynirli/Biberli/salatalıklı sandviç, Salamibrötchen= Salamlı sandviç) gibi her türlü alternatif var. Neyse, ben gene 1 yuro 80 sente Pretzel'lerimi alıp ilerledim.

Mide ağrısı ve stresle geçen bir öğle molası öncesi, karnımın gurultusu yanımda oturan iş arkadaşıma kadar gelip, "Emre, artık sen bi kalk da git birşeyler ye!" diyene kadar benim birşey söylemeden içten içe ısrarcı olmam pek kolay olmadı açıkçası. Bilgisayarın iki saniye boş bırakılmaya gelmemesi gibi bir durum söz konusuydu keza. 10 dakikalık bir mola vererek gene aşağıya indim ve bir Salamibrötchen istedim, ki ofiste yiyecektim :) Bir yerde görmüştüm, "Lunch is the new holiday break!" (öğle yemeği artık sanki bir Tatil!) diye bir reklam vardı...öööylesine aklıma geldi işte söyleyeyim dedim :) Öğle yemeklerini bekleyen bizim gibi çark ezilenleri için ideal bir slogan sanırsam..

Öğle yemeği arası Almanca çalışması ve Salamibrötchen - Süt ile 45 dakikada halloldu. (Evet. süt.) içecek başka düzgün birşey yok çünkü :) Normal çay bitmiş, sabah ofise geldikten beri içtiğim şekersiz sütlü kahveden gına gelmişti, yeşil çay da içmek istemiyordum valla :)) Ofiste herkes yeşil çay içiyor, kahve makinası bir tek bana ve bir iş arkadaşıma çalışıyor 2 senedir sanki :) Ama sütle yenilen bu sandviçin tadı fena değil gerçekten...sütün mideyi şişirdiğinden ziyade sanki elinizi mideniz üstünde gezdirdikten sonraki o rahatlatıcı etkisinin içtikten sonra bünyede hissedildiğini bir yerlerde okumuştum, önceleri saçma gelmişti ama sonraları - şimdiye kadar da - bayağı bir süre kafamda yer etmiş bir bilimsel yorum.


Akşam ofis ve kurs sonrası eve dönerken markete uğradım ve kuşkonmaz aldım! :) Dün de bahsetmiştim, bu Kuşkonmaz, Almanlar tarafından manyak gibi tüketiliyor ve bulunması çok da zor bir sebze. Kalorisi az, hazırlanışı kolay ve kısa, yenildikten sonra da midede herhangi bir şişkinlik yapmaması, ve fakat buna rağmen midedeki o tokluk hissiyatı bir sonraki günlerde de kendisini yedirtmek için kafanızı fena yoruyor! :) Ancak yapılışını net olarak bilemediğimden ev sahibimden yardım istedim, o da bana takviye bir şişe beyaz şarap (ki şarap inanılmazdı!) ve domuz salamı vererek kuşkonmazın patates veya patates püresi ile yenilmesinin daha iyi olduğunu, eğer patates yenilecekse de tereyağın kulllanılmasının doğru olduğunu söyledi. "Tereyağ" kelimesinden sonra ev sahibimi dinlemeyip püre yapmaya karar verdim :) 



Kuşkonmaz, baş/uç kısmı yaklaşık bir baş parmağı büyüklüğünde bırakıldıktan sonra kalan taraf aşağıya dikey biçimde salatalık kesilir gibi kesiliyor. Yenilecek kadar kuşkonmaz (ben 3-4 tane koymuştum) bir akşam yemeği için ideal...Önceden kettle ile kaynatılan yarım litre su, içinde kuşkonmazların olduğu tencereye konuluyor ve tam 15 dakika sonra yemek hazır oluyor. Tabii bu esnada tabağın devamı (domuz salamı, püre, beyaz şarap) hazırlanıyor. Gerçekten inanılmaz lezzetli! Benim gibi sebze manyakları için çok ideal bir akşam yemeği :)



her ne kadar püreyi hazırlarken sadece kaynar su kullansam da,
yarın sporda o az yağlı domuz salamını bir şekilde yakmam gerekecek :)


Şu ana kadar hiç çay içmedim, herhalde birazdan bir tane patlatırım :)

Yarın ay yürüşünün zamanını artırarak çalışacağım.


Hafta hala bitmedi ya.....

Emre
Bremen | Almanya
22.05.2013 - 23:28
(bizimkiler tartı işini sanıyorum gelecek haftaki İstanbul gelişime hallediyor)