19 Mayıs 2013 Pazar

2.Gün: "Elma, Bisiklet, Çay ve Pazar"

Selam!
Kuş sesleri içerisindeki minik bir Bremen Pazar akşamından herkese merhaba!
(o ne ya?....resmen televizyon programı açılışı gibi oldu, rezillik. Az idare edin ya işte...)

Bremen'in en sevdiğim yanlarından biri, sabahın çok erken saatlerinden, aşağı yukarı akşam saat 21:00 sularına kadar her türlü kuş sesi duyuyor olabilmeniz! (of ya evet... şu anda ben de fark ettim, 40+ yaşında biri gibi konuşmuş gibi olabilirim, ama neyse, 'huzuru seviyorum' kisvesi altında bu cümleyi kısa mı kessem artık?)  Sessiz, sakin bir sokak arasında bir apartman dairesinde kalıyorum. Hani  "2+1 ev" derler ya, ya da 1+1....işte benim odam 1 bile değil! :) Salonda yatıyorum. Mutfağımla yatağım arasında....(bir saniye ölçeyim...) yaklaşık 4 adımlık bir mesafe var. Küçük diyelim...ya da daha nazik bir tabirle k.ç kadar dememiz de mümkün :) En azından tek kişinin rahatlıkla hayatını geçirebileceği bir yer.

Küçük evlerin sevimli tarafı, daha hızlı bir şekilde temizliğin yapılması...Tabii 3-4 kişinin aynı anda kalıp temizliğin bir anda paylaştırılarak çok kısa bir sürede halledilebildiğini düşünen sizler, şu anda yıllarca babası-annesi ile kalmış bir kişinin, tek kişi olarak kaldığı bir evde temizliğini 'hangi sıklıkla' yaptığını kafanızda canlandırıyor, hatta hayretler içerisinde kalıyor olabilirsiniz...ki halının ve her türlü küçük/büyük sehpanın olduğu ufak bir evde....Neyse ki yılların verdiği disiplin beni bir çok şeyi temiz tutmaya yönlendirdi :) 

Bugün sabah kaçtı kalktığımda?.......yani.....hadi 08:45 diyelim. 08:30'a ayarlamama rağmen 15 dakikalık bir yatak içi şımarması ve yorganla yapılan minik bir güreşten sonra, kalkmamla bilgisayarımı açmam bir oldu. Haftasonlarının, özellikle çalıştığım haftasonlarının en sevmediğim tarafı da bu saınırım.. Sanki normal bir Pazartesi sabahı gibi asker Emre kalkar, yüzünü yıkar, kahvaltısını 
yap...maz (Adam ailesi erkeklerinin tarihlerinde Pazar sabahları hariç hiç sabah kahvaltı yaptığı görülmemiştir), yolda atıştırmalık birşeyler alıp ofisine gider. Neyse ki bu sabah böyle olmadı :) Kalan son 2 dilim ekmek ile tost yaptım. Hmm, şimdi fark ettim ki kepekli tost ekmeği almam gerekecek...Bu kepekli tost ekmeği de aslında insanın ağzında nasıl da büyüyen birşeydir ya?! Her kemirişte sanki ekmekten farklı birşey yer gibi, sanki bir sünger yer gibihisseder mi insan?! Beyaz ekmeğin o herkesi büyüleyen çıtırı, kokusu, ve içindeki beyaz toparlak yumuş yumuş hamurun çekiciliği kepekli ekmekte yok. ('kepek ekmek' mi, 'kepek ekmeği' mi denilir bilemedim, "kepekli ekmek" daha bir doğru dilbilgisi etkisi ile geldi aklıma...evet, sanıyorum doğru bir söyleniş.) Tostun yanında güzel de bir çay :) Çaykur Rize -  Turist Çayı paketi sevdiğim insanın ellerinden elime ulaşıp tarafımdan açılınca tadı damağıma nedense ayrı bir güzel geliyor :)

Kahvaltımı yaparken, her küçük/orta ölçekli bir evde tek başına yaşayan erkek gibi ben de "yatağıma özensizce fırlatıp attığım eşyalara" baktım, ve aralarından kot pantololum ile beyaz Beşiktaş formamı seçtim. Uzun zamandır kafamda tasarladığım, fakat nedense hep unuttuğum (!) bir fikir bu sefer beni fena sardı, kahvaltı tabağını daha sonra yıkamaya başlayacağım bulaşık dağının arasında uygun bir yere usulca yerleştirdikten sonra, dün öğlen gibi hallettiğim çamaşırları altımda kot pantolon, üstümde Beşiktaş forması ile torbadan çıkartıp katlamaya, yerlerine koymaya (ki bu, IKEA tasarımı ve her çekmecesi yere yakın bir dolap için devamlı yere eğilmem ve kalkmam demek...) arkasından da yaklaşık 3'ü kalın 8 gömleği ütülemeye başladım. "Forma ve kalın kot pantolon ile" seri şekilde hareket edip etrafı temizlemek, mutfakta bulaşıkları yıkamak, ütü yapmak, toz almak gerçekten insanı yoran, efor gerektiren ve bir spor salonunda kaybedilecek kalorilerden daha fazlasını kaybettirecek bir aksiyon gibi oldu! :) İleriki denemelerimde bu aksiyonu daha kalın elbiselerle icra etmem muhtemeldir :) 
(tamam, tamam ya! ...kulağım yeteri kadar çınladı sayenizde teşekkürler! :)  
"o yorgan kenarları gidecek!", ben de biliyorum! 

Bir yandan temizlik yapıyorum, bir yandan da açık olan bilgisayarımı kontrol ediyordum...Bu haftasonu çalışma haftasonum keza...4 haftasonunun iki haftasonu bende, diğerleri çalışma arkadaşımda...İnsanoğlunun yarattığı bir mekanizmanın, insanı yenmesi ne kadar acı, bugün bunu öğrendim. Mail sisteminin çalışmaması, dolayısı ile e-maillerimin gelmemesi, ve telefonla niyeyse (!) hiçbir ofis arkadaşıma ulaşamamam beni "hadi bakalım Emre bey. hata yapmadın, akılsız bir baş da değil tabii seninki, ama ayakların cezasını çekecek gibi duruyor" diye iç geçirerek bisikletime yönlendirdi.


Bu benim bisikletim :) Henüz bir isim vermedim ama... "Hikmet" demek istiyorum kendilerine, ama ismi/yakınlarının ismi Hikmet olan birisi gücenir mi diye de merak etmiyor değilim hani...
(tabii bu arada isim önerilerinizi bekliyorum....hoş Hikmet ismi hiç de fena gelmiyor kulağa?) 


Neyse, atladım, kulağıma da Morrison ve kardeşleri, efendi efendi yoluma koyuldum :) 'Waiting For The Sun' albümünün ilk parçası "Hello, I Love You" ile başladığım ve ofis kapısı girişi öncesi yandaki gibi bir görüntü ile karşı karşıya olduğumdan mütevellit, evim ile ofisimin arasının bisikletle yaklaşık 20-25 dakika olduğunu söyleyebilirim...

Kanımca Doors'un en sıkıcı albümlerinden biri Waiting For The Sun... İlk ve son albümlerindeki o arzu, istek nedense yerini daha bir para kaygısınına bırakmış (40 yıllık bir prodüktör gibi konuşuyorum, rica ediyorum sözümü kesmeyin). Koca albümde toparlasak 3-4 parçadan (Love Street, Summer's Almost Gone, My Wild Love) fazla birşey yok ya?!. Bak, sinirlendim şu anda! :)

"Ee dinle madem o zaman?!" - - İşte buna birşey diyemiyorum, gene de dinliyorum :)  "The Soft Parade" rezilliğini söylemek bile istemiyorum gerçi. Varsa yoksa ilk albümleri, "Morrison Hotel", ve de finiş çizgisini belki de ikinci sırada bitirebilecek olan "An American Prayer".

Ofiste geçirilien bir saatlik zoraki duruş bana iki elma kazandırdı :) Hafta içi dolapta unuttuğum ve soğukluktan taş gibi kesilmiş Bio elmalar öğle yemeği olarak sundular kendierini bana :) Eh, şeker ihtyacını da bu şekilde aradan çıkarttık sayılır :)  Ardından, aynı vakitte bir dönüş mesafesi bana toplamda 50 dakikalık (hadi şuna bir saat diyelim, abartalım azıcık) bir bisiklet sürme rahatlığı kazandırdı, ki spor salonunda ısınmak için 15-20 dakikalık bir bisiklet çalışması verirler genelde...Hiç 45 dakika/1 saat boyunca bisiklete binen de görmedim ya hani...? Hoş, makinalar vücudu hep zorlar, daha çok kalori yaktırır...bir saat, bisiklette "harcanabilitesi" yüksek bir zaman...

Geldiğimde hemen kendime çay yaptım. Özellikle üniversite hayatım boyunca kahve tutkunu, hatta günde 13-14 espresso içerek belki de bir kafein bağımlısı olarak yaşayan ben, kendimi burada daha da az, daha da az içerek çaya döndürdüm, şimdi her boş anım Çaykur Rize Turist Çayı sponsorluğunda geçiyor :) 

Cuma akşam 19:00'dan sonra Pazartesi'ne kadar her türlü alışveriş merkezinin kapalı olması (sadece bazı restoranların açık olması...) ne kadar mutluluk verici bir haberdir ki yarının Pazartesi olmasına rağmen dini tatil olması, ve alışverişin saat 19 öncesi kasiyerle ilişkinin tamamlanması demek olduğunu bilmeme rağmen, dışarı çıkıp yiyecek birşeyler alacak vaktim olmamıştı. Hafta içinden kalan birkaç domates ve roka ile bu minik salatayı yaptım, ve yanında uzun süredir etkisine sarıldığım kıtırlardan (ya da başka bir deyişle 'sunta') aldım. Suratımda ekşimiş bir ifade vardı evet, ama sonunda normalde yediğim yemekler sonrası hissettiğim ağırlığın daha fazlasını hissettim diyebilirim :) Şunu da belirtmem gerekiyor, yemek yerken bir yandan da maç izlemek/dizi izlemek vb. heyecanlı birşeyle uğraşmak doygunluğu fena engelliyor... Muhteşem Yüzyıl'da Hürren Sultan'ın Şahuban Sultan'a karşı yürüttüğü her türlü entrikasını ağzım açık şekilde izlerken "madem ağzım açık, boş kalmasın, birşeyler yiyeyim bari!" şeklinde yenilen yemeğin mideye hiçbir yararı olmaması gerçekten kötü.. Önce dizi, sonra yemek ya da tam tersi :) 

Şu anda şekersiz çayımı içmeye devam ediyorum, herhalde toplamda 9 tane çay içmişimdir bugün? Neyse sayamıyorum, ama uykumun kaçacağını zannetmiyorum :) Uzun zamandır kafamı karıştıran birçok şeyden biri de hep bu oldu. Çay içerim, kahve içerim, hiçbir etki etmez, uykumu kaçırmaz, dahası daha da uykumu getirir. Ee? Hani çaydaki, kahvedeki kafein?

Pazar bitiyor, hoş farketmiyor, gene 08:30'da askeriz ;)

Sizin Pazar'ınız nasıl geçti?

Emre
Bremen | Almanya
19.05.2013 - 22:22
(kısa zaman içerisinde tartı almam gerekiyor...)


"Evli Heriflere Dönmüşsün!"

Ya hayatınızda hiç aynaya bakıp “kendisinden iğrenen bir insan” gördünüz mü?  Ya da böyle bir insan oldunuz mu?

Ona söyleyeceğiniz, kulağına fısıldayacağınız, “oğlum/kızım, manyak mısın sen? O nasıl bir göbek?! O ‘yanların’ olayı ne peki?! Biraz az ye de eri lan?!” ya da “Canım bak, bu şekilde yemeye devam edersen o gömleğin içine biraz b.k girersin!” şeklinde kendinizi kaybettiğiniz hiç oldu mu?

E ama Emre önemli olan sağlık?!” -  Sağlığı geçin! Sağlıklısınız zaten! Fiziksel görünüş benimki...

Hoş, üçgen vücudu da geçin. Hele “baklava” yı ? Tamamen!

4 Kilo 600 gram doğmuşum ya... Öyle böyle değil, tam et parçası! O saatten beri de hiçbir zaman üçgen vücudum olamadı, olamayacak. E tabii bu saatten sonra Kıvanç Tatlıtuğ da olunamayacağı için bu tür seçenekler atılabilir.

O yukarıdaki sözleri acımasızca suratına suratına fırlatacağınız insanı bugün ben gördüm! Aynadaki suret en göbeklisinden benim suretimdi! :)

Bugün en Mayıs’ından 18’iydi ayın. Her Cumartesi olduğu gibi bu Cumartesi de geç saatte (saat 10 civarı) kalkıp ilk iş olarak aynaya bakıp kendimle sabah muhasebesinde başladım. Traş olmadan 1 haftadır bekleyen suratım perşembe pazarı gibiydi (ki annemin bu benzetmesini hep sevmişimdir). Sonrasında duş almak için t-shirt’ümü çıkarttığımda aynadaki o iğrenç görüntünün esirliğinde harcayacağım bir-iki dakika, bir anda kendisini bir erkeğin yağlı ve babamın deyimiyle “yorgan kenarlı” vücudunu 5 dakikalık kesintisiz bir süzüşünün ve onun yarattığı hüznün kollarına dönüştü ! :) 

Giymeye çalıştığım en sevdiğim kahverengili/grili kareli gömleğin (ki kareli gömleği sevmemin nedeni vücudumu nedense hep zayıf gösterdiğini hissetmem olabilir sanırsam... yıllarca çizgili gömlek giymememin tek sebebi buydu ya, evet! Artık rahatlıkla itiraf edebilirim!! Bu bile bir zaman sonra bir fayda etmedi ya gerçi...Neyse, bunlara daha sonra geliriz.) düğmelerinin kendimi ve göğüs kafesime yaklaşan yağlı göbeğimin zorlaması sonucu patlayıp etrafa saçılması, bir de üzerine her zaman gözü kapalı giydiğim, paçalarına ayrıca bir oynama yapmadığım/yaptırmadığım için hasta olduğum, hafif de koyuya kaçan mavi kot pantolonumun içine en derin nefesimi alarak o rezil yağ torbasını içeriye çekmek suretiyle 2.5 dakikada girmem, beni bu saatte bile (şu anda burada saat 00:28) olsa derdimi insanlara anlatıp düzelmeye çalışmak, en azından iğrenç bir fizikten ne kadar zıpkın bir hale gelebileceğimi herkese göstermek arzusunu bende doğurdu.

İnternette kafama koyduğum o lacivert Zegna takım elbise yok mu... İşte hep bizi bu şekilde kendilerine bağlayan, bu blogu açmama asıl yol açan iki sebepten biri olan, 54 bedeni hep en yüksek takım elbise bedeni olarak tutup genelde 58 ve yukarısı beden giyen Türk halkından biri olarak içimi acılı şekilde tutan bu İtalyanlar olmadı mı zaten..?



İki sebep... biri yukarıdaki gibi fenalardan bir takım elbise...

....diğeri ise babam :)

Bu satırlarımı, ve bundan sonraki her gün yazacağım satırları, atacağım fotoğrafları, yediğim her yiyeceği, verdiğim her kaloriyi, o vücuda sahip olmak için atacağım her adımı, ve bu adımlar dahilinde muhatap olacağım her insanı, bir şekilde bu blog’dan haberi olacak babama ithaf ediyorum.

“Oğlum, resmen evli heriflere dönmüşsün!” lafını sana bir şekilde yedireceğim Baba! :)

 Emre
 Bremen | Almanya
 19.05.2013
(çok uzun süredir tartılmıyordum. bugün itibarı ile sanıyorum 97 kiloyum.)