1 Aralık 2013 Pazar

161.Gün: "Spor - Mutfak - Kahve - Pazar"

Selam!

Ben de diyordum boş günler ne kadar arttı diye...bugün de onlardan bir tanesiydi, ama gene de ben Cuma akşamından tüm haftasonunu toparlamaya çalışayım. Keza geneli Roka üzerinden geçti. Evet. "neden bu kadar fazla rokaya yükleniyorsun?" diye sorduğunuzu hisseder gibiyim, sırf uyuşukluğum ve kolaylık olsun diye kendimi bu ara çok fazla yeşilliğe verdim :)

Cuma günü ofisten çıktıktan sonra direkt salona koşturdum, haftanın/günün sinir ve stresi anca 5k ile geçerdi. Öncesinde bir 5k da bisiklete bindim:

her zaman düz programda binerdim,
ama bu sefer değişik bir programdaydım.
evet.
baba tarafından gururla Antalyaspor'u da
destekliyoruz :) 




























bisiklet sonrası 5k'yı 45 dakikada tamamlarken...
....bir yandan da Doctor Who müzikleri kulağımdaydı.
(bu arada çok iyi koşturan bir parçaymış bu ya..)


Spor sonrası eve daha ziyade geç saatlerde (20:00 sonrası) gelirsem, salataya veriyorum hep kendimi. "Göz doyması" denilen birşey var ya, o doğru aslında! Asıl olması gerekenin göz doyması yerine fiziksel olarak doyuma ulaşmak olduğunu düşünürsek, (bu 'doyuma ulaşmak' lafı pek bir değişik geldi...) bol salata, az yağlı yoğurt ve kırmızı bibere abanmak ('bibere abanmak'....) güzel bir alternatif aslında...Sonuçta yoğurt ve sonrasında su kesiyor, şişiriyor, başka birşey yiyemez hale geliyor insan...Tabii bunu Çinlilerin/Japonların yaptığı gibi bir de çubuklarla yersek daha bir erken doymuş hale geliyor insan. Hep düşünürdüm, "bu Çinliler neden hep ip gibi?" diye...aslında cevap açık! çubuklar o kadar çok zor şekilde yediriyor ki, bir zaman sonra insan "eeeh!! yetti be! zaten yiyemiyorum!" diyip yemeği bir kenara bırakıp kalan mide boşluğunu su ile doldurup olayı tamamlıyor.  Çinlileri seviyorum! yemekleri de ayrı bir efsane ya...

Cumartesi günü sabah saatlerinde yediğim 2 tane çift kaşarlı yağsız tost ile öğle yemeğini bir çırpıda yedikten ve evde/Bremen'de yapacak birşey kalmadığını anladığımda "birkaç saatliğine Hamburg'a uğrayayım, belki plak neyim birşeyler bulurum!" diyerek koştura koştura ana tren istasyonuna ('haupbahnhof') gittim. Trene direkt olarak girip oturduktan sonra bilet alınabiliyordu, ama bunu kaldırmışlar, illaki/illa ki (bunu tam olarak hatırlamıyorum. sanıyorum burada '-ki' ayrı yazılıyordu) binmeden önce makinelerden/makinalardan (bu ayrımı da hatırlayamadım bir anda...) alınacakmış. Hayır, yani al güzel de, arzu edilen trenin bileti aldıktan 1.5 dakika sonra kalkıyor olması, ve peronun yaklaşık 200-300 metre ileride olması, ve dakik Almanların trenine yetişmek için o kadar kişi arasında karşımdam gelenlere herhangi bir şekilde ilgi göstermeden (yani 'dur kenara çekileyim de geçsinler' demeden) Usain Bolt şeklinde ama sırtımda çanta ile koştura koştura bihal olmak ("bihal" / "bihal" / "birhal" ?) hiç de hoş birşey değil aslında...bir saatlik yolculuk sonrası Hamburg'taydım. Öğle saatlerinde Burger King'den içi yeşillikli domatesli mayonezsiz minik bir tavuk dürüm yiyerek akşam saatlerinde (19:30 sularında) eve vardım.

Bugün sabah 11:30da kalktım (yuh arkadaş! nasıl bir uykuysa artık. Aralık'ın ilk günü olduğundan buna 'kış uykusu' da denilebilir gerçi) ve minik işlerimi hallettikten sonra etrafı temizlemeye ve annemin eğer görse beni en kısa yoldan evlatlıktan reddederek uzaklaşma alternatifini kullanacağı rezillikte olan mutfağımı dağınık saçlar ama terleme amaçlı formamı giyerek temizlemeye koyuldum. İşin acı tarafı tam temizlği oturarak/kalkarak 2.5 saatte tamamlamış olmam. Yanlız yaşamak, hadi onu geçtim, bulaşık makinası olmadan yaşamak gerçekten çok zor! Sonuçta hallettik ama! :)

bitmişim.
okeye dönme çabaları vol.1
 
bulaşığın yaklaşık 30%'unun temiz hali.
bir bu kadar da solda görünmeyen tarafta vardı.

Bu yazıyı yazarken 3.kahvemi içiyorum. Jacobs kahvem bitti, geçen gün marketten aldığım Lavazza kahvemi açtım. bir iki saat içerisinde bir bardak da ondan alırım herhalde. Kahve derken aklıma geldi, annemler Tschibo'nun ('çibo' diye okunuyor. hey güzel türkçemin gözünü seveyim.) minik bir espresso makinesini (espresso'ya 'ekspresso' diyenlere konteynerler dolusu lafım var. hazırladım şimdiden kenarda duruyor. isteyene buradan yüklerim 12-13 günde istanbulda olur.) 90 küsür liraya almışlar, ki makine burada 50 yuro (yaklaşık 100 küsür liraya denk geliyor), ve uzun süre sonra köpüklü bir espresso içmenin ne kadar güzel olduğundan bahsediyorlardı bir saat önce konuşurken...Herşeye rağmen İtalyan kahve makinalarını (özellikle Gaggia) ve kahvelerini Alman makina ve kahvelerine tercih ederim. işi bu adamlar biliyor kesinlikle! (eski kafein bağımlılarından biri olarak bu şekilde nokta koymak da değişik geldi tabii.)

aletle birlikte on tane de kapsül hediye ediliyor.
minik, ama güzel bir alet.

























annemlerle konuşurken bana uzun süredir (herhalde yaklaşık bir 5-6 senedir) istediğim ceketi sonunda 
fiyata bulduklarını ve alabileceklerini söyleyince havalara uçtum. evet türk parasına vurunca ceket birazcık pahalı gibi dursa da (500tl) yuro bazında ceket İstanbul'da ucuz (yaklaşık 180 yuro). Aynı ceketin Bremen'de / Hamburg'da 250 yuro fiyatla başlaması (!) beni sevinçleden havaya uçurmasına yetti tabii. 

+ açık renk kanvas pantolon
+ mavi renk gömlek
Harris Tweed'i seviyorum!


























bu arada yazıyı yazarken bir yandan da kulağımda Miles Davis'in efsanevi 'Bitches Brew' albümü var. 50-60 sonrası Miles Davis'ini dinleyenler ve sevenler benim gibi In A Silent Way ile başlayan Electric Miles sayfasını ilk dinleyişte sevmeseler ve yadırgasalar da, belli bir zaman sonra alışıp o tarz albümlerden (özellikle Bitches Brew) uzaklaşamıyorlar. Kafa dağıtmak, ya da dağılmış kafayı toparlayamamak adına birebir ;) 

umarım bu fotoğrafın üzerine bastığınızda albümün açılış parçasını dinleyebilirsiniz.

bugünlük bu kadar sanırsam. 

her zamanki gibi genel olarak toparlamak gerekirse.

beşiktaş ile fener 3-3 beraber kalmışlar. son dakikada kuyt atmasaydı iyiydi.
yazıyı yazarken galatasaray'ın da maçı vardı, o ne oldu acaba.
portishead plaklarını bu hafta alıyorum. bir hafta içerisinde elimde olurlar herhalde.
bugün pazar. Cleopatra izleyecektim, bak yattı. david tennant'lı doctor who izlerim şimdi herhalde.
izlerim diyorum da kitap da okuyacaktım ben.
Tumblr ;) unutmayın. takip edin. güzel şeyler bulabilirsiniz. belki kendinizi bile.
adres: emreadam.tumblr.com 
yeni iPad ile ilgilli duyumlar aldım. ismimın "iPad Pro" olması olası.. 
bu yeni alette şimdiki telefonlarda olan parmak izi muhabbeti olacak sanırsam. 
istanbul'a gelmeme 27 gün kaldı. kafayı dağıtmak gerek. en azından güzel bir dağılmak gerek.
kesin ve klasik olarak annemin her gelişimde yaptığı gibi o patlıcan yemeğini (!) tekrar yapması olası.
(bunu dedim ya, annem ne yapar eder yapar. artık yapınca fotoğrafını yollarım)
bu arada "anne yemeği" dedim de, dikkat etmem lazım lan?! gündüz vakti gene koşular beni bekler.
Lale Plak'a uğramam gerek. birkaç plak da İstanbul'dan patlatmalı. 
gece yatmadan birkç dakika Woody Allen'ın  'Manhattan'ına baktım. pek sevemedim. 
'midnight in paris' fena değildi ama bak.
2014 Ece Ajandası bulmam gerek. bir ara cağaloğlu'nda ona bakayım.
gelince bol bol fotoğraf çekeyim. kuledibi ara sokaklarını özledim nedense.  
umarım can berk ile sıla bu yazıyı okurlar ve umarım bu İstanbul vaktimde bir günleri boştur. 
keza birkaç saatliğine beni evlerine davet etmelerini istiyorum/isteyeceğim. onlara ihtiyacım var.
bu arada yukarıda plak dedim de, kerem görsev'in albümünün plağı ne zaman çıkacak acaba.
en uygun vakitte Nardis Jazz Cafe'ye gidip güzel bir performans izlemeli. 
babam internetten turgut uyar | büyük saat'inin baskısını bulmuş. bu hafta elinde. baba, adamın dibisin.
nişantaşını ve sıraselviler/cihangir'i de özledim bak aklıma geldi. 
değişik bir havası olan mekanları hep sevmişimdir.

kendinize iyi davranın.

iyiakşamlar

Emre
Bremen | Almanya
01.12.2013 
(lan ne ara Aralık oldu...)




Hiç yorum yok: